“Hayatımın anlamı ne?”
“Özgür müyüm, yoksa sadece koşullanmaların ürünü müyüm?”
“Kaygılarımı bastırmalı mıyım, yoksa onlarla yaşamayı mı öğrenmeliyim?”
Bu sorular, sadece filozofların değil; günlük hayatta zorlanan, ilişkilerde tıkanan ya da içsel bir yön arayışında olan herkesin sorduğu sorular. Varoluşçu felsefe tam da bu noktada psikolojiye bir köprü kurar: İnsan ruhunun derinliklerine inerek, bireyin kim olduğunu, ne için yaşadığını, hangi özgürlüklere sahip olduğunu ve bu özgürlüklerle ne yapacağını sorgular.
Modern psikoloji bugün, insanı yalnızca davranış kalıplarıyla değil, aynı zamanda onun anlam arayışı, özgürlük deneyimi ve varoluşsal kaygılarıyla birlikte ele alma gerekliliğini kabul ediyor. Bu yazıda, varoluşçuluğun psikolojiye katkısını anlamaya çalışacağız.
1. Varoluşçu Felsefe Nedir?
Varoluşçu felsefe, bireyin dünyaya “atılmışlığına” rağmen kendi yaşamını anlamlı kılma çabasını temel alır. Søren Kierkegaard, Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve Viktor Frankl gibi düşünürler, bireyin varoluşuna anlam yükleme sorumluluğunu vurgular.
Bu felsefe, şu temel fikirler etrafında şekillenir:
- İnsan, özü olmayan bir varlıktır. Ne olacağını kendi seçimleriyle belirler.
- Özgürlük, kaçınılmazdır. Her seçim bir sorumluluk doğurur.
- Kaygı, özgürlüğün doğal sonucudur.
- Ölüm, hayatın sınırıdır ama aynı zamanda onu anlamlı kılar.
Varoluşçu felsefeye göre anlam, dışsal bir kaynaktan değil, kişinin kendi deneyimi ve seçimiyle ortaya çıkar.
2. Varoluşçu Psikoloji Nasıl Ortaya Çıktı?
- yüzyılın ortalarında, psikolojideki mekanik yaklaşımlara karşı bir tepki olarak doğan varoluşçu psikoloji, insanın bütünsel deneyimine odaklandı. Freud’un içgüdü teorilerine ya da davranışçıların dışsal uyarıcılara verdiği tepkilere indirgenen bir insan modeli yerine; özgür irade sahibi, değer üretebilen ve bilinçli seçimler yapabilen bir birey anlayışı geliştirildi.
Varoluşçulukta en önemli isimlerden biri, Viktor Frankl’dır. Nazi toplama kampında yaşadığı deneyimlerden hareketle kaleme aldığı “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eseri, insanın anlam yaratma kapasitesinin hayatta kalma gücüne dönüştüğünü ortaya koyar. Frankl’ın geliştirdiği logoterapi, bireyin psikolojik sorunlarının temelinde yatan anlam yoksunluğunu hedef alır.
3. Kaygı: Bastırılacak Bir Duygu mu, Yoksa Rehber mi?
Klasik psikoloji yaklaşımları, kaygıyı genellikle patolojik bir sorun olarak görüp onu ortadan kaldırmaya çalışırken; varoluşçu yaklaşım, kaygının insan olmanın kaçınılmaz bir parçası olduğunu kabul eder. Çünkü:
- Kaygı, seçim yapmanın ağırlığıdır.
- Kaygı, ölüm bilincinin doğal sonucudur.
- Kaygı, anlamsızlıkla yüzleşme cesaretidir.
Varoluşçu terapi, danışanın kaygılarını bastırmaya değil, onları anlamaya ve dönüştürmeye yöneliktir. Bireyin bu duygularla nasıl ilişki kurduğu, yaşadığı içsel dönüşümün anahtarı olabilir.
4. Özgürlük ve Sorumluluk İlişkisi
Jean-Paul Sartre’ın en bilinen sözü şudur:
“İnsan, özgür olmaya mahkûmdur.”
Bu söz, kulağa paradoksal gelebilir. Ancak varoluşçu bakış açısına göre insan, kendi hayatını belirleme özgürlüğüne sahip olduğu için, bu özgürlükten kaçamaz. Yani her eylemin, hatta eylemsizliğin bile bir sonucu vardır. Bu da sorumluluk getirir.
Varoluşçu terapide bireye şunlar hatırlatılır:
- “Hayatında neye evet ya da hayır diyorsun?”
- “Seçimlerinin sorumluluğunu alıyor musun?”
- “Başına gelenlerle kurban rolü oynamak yerine, onlara nasıl yanıt veriyorsun?”
Bu yaklaşım, bireyi pasif bir kurban değil, aktif bir özne olarak konumlandırır.
5. Anlam Arayışı: Terapi Sürecinin Temel Taşı
Modern psikolojik terapilerde sıklıkla şu sorular sorulur:
- “Seni ne tatmin ederdi?”
- “Nasıl bir hayat seni mutlu ederdi?”
- “Değer verdiğin şeyler nedir?”
Varoluşçu psikoloji bu sorulara daha derinden bakar:
“Neyin anlamlı olduğuna nasıl karar veriyorsun?”
“Bu hayattaki yerini nasıl tanımlıyorsun?”
Anlam arayışı, yalnızca bireyin mutluluğu için değil, dayanıklılığı için de kritiktir. Özellikle depresyon, tükenmişlik ya da travma gibi durumlarda, yeniden anlam üretmek kişinin hayata tutunmasını sağlar.
6. Terapi Sürecinde Varoluşçu Yaklaşım Nasıl Kullanılır?
Varoluşçu terapide danışana hazır çözümler sunulmaz. Terapist:
- Empatiyle dinler.
- Danışanın içsel çatışmalarına eşlik eder.
- Kendilik farkındalığını güçlendirir.
- Sorumluluk almayı destekler.
- Anlam yaratımını teşvik eder.
Bu yaklaşımda “tedavi” değil, “farkındalık” hedeflenir. Terapist danışana rehberlik eder, ancak nihai cevaplar kişiye aittir.
7. Türkiye’de Varoluşçu Yaklaşıma İlgi
Son yıllarda Türkiye’de de varoluşçu psikolojiye ve anlam odaklı terapilere ilgi artmaktadır. Özellikle gençler arasında kaygı, yönsüzlük, yalnızlık gibi konular daha görünür hale geldikçe, felsefi temelli terapiler daha fazla rağbet görmektedir.
Podcast’lerde, psikoloji kitaplarında ve sosyal medyada “anlam arayışı”, “öz-farkındalık”, “ben kimim?” gibi soruların yükselişi, bu dönüşümün bir göstergesidir.
Psikoloji ile Felsefe Neden Buluşmalı?
İnsan sadece davranışlardan ibaret değildir. Bazen bir bakış, bir boşluk duygusu ya da kelimelere dökülemeyen bir içsel isyan; psikolojik bir semptom değil, felsefi bir çağrıdır.
Varoluşçu felsefe, psikolojiye sadece teknik değil, aynı zamanda insani bir boyut kazandırır. Bireyi tam anlamıyla görmeye, duyumsamaya ve dönüştürmeye çağırır.
Bu yüzden, hem terapistler hem danışanlar için şu sorular hâlâ geçerliliğini koruyor:
- “Kim olmak istiyorum?”
- “Bu hayatta benim için ne anlamlı?”
- “Kaygılarımla barışıp seçim yapma cesaretini gösterebilir miyim?”
Bir yanıt yazın